34,7999$% 0.27
36,8294€% -0.07
44,4413£% -0.01
2.942,59%0,29
4.889,00%0,43
19.558,00%0,42
06 Aralık 2024 Cuma
Kültürel miras daha önceki nesillerce oluşturulmuş ve evrensel ölçekte değerlere sahip olduğuna inanılan eserlere verilen genel bir isimdir.
Kültürel mirasın korunması kent kültürü ve kent kimliğinin de korunması ve sürdürülmesi anlamını taşır.
Nesilden nesile koruyarak aktarılan kültürel değerlerle kişisel ve toplumsal hafıza oluşuyor.
Zamanla köylerimiz, kasabalarımız ve şehirlerimiz hızlı şehirleşmenin getirdiği çarpık kentleşme ve yapılaşma neticesinde değişime uğruyor ve eski değerler yok oluyor. Bununla birlikte kültürel miras da değişen şartlar karşısında varlığını korumakta zorlanıyor. Hele hele de kültürel miras taşıyıcıları olan kültür insanları azaldıkça nesiller arası kültür yozlaşması daha da belirgin hale geliyor.
Kültürel miraslarımız arasında yer alan semercilik, kalaycılık, heykelcilik gibi zanaat ve sanat alanları gün geçtikçe azalıyor hatta yok olma noktasına varıyor. Tarihi anıtlar, binalar yıkıldıkça bu manada da kültürel miras yok oluyor.
Kültürel mirasımız sadece bunlar değil elbette. Yemeklerimiz, yazılmış kitaplar, el yazmaları, eski fotoğraflarımız, yayınlanmış dergi ve gazeteler de kültürel mirası oluşturur. Eski Antakya evleri, binalar, kaleler, surlar, kemerler, arkeolojik bulgular kültürel mirasın parçalarıdır.
“Genel olarak; bir kentin kimliğini oluşturan en önemli öğeler “Kültürel Mimari Miras Öğeleridir”. Ayrıca “Doğal Miras Öğeleri” de kentlerin kimliğine damgasını vurur.
Çevresel Öğeler: Kentin topoğrafyası, mikrokliması, doğal yapısı, bitki örtüsü ve hayvan türleri, kentlerin doğal çevresini oluşturur.
Yapı Öğeleri: Kentin kültür mirasını oluşturan, kentlere kimlik kazandıran mimari öğeleridir.
Anıtsal Yapılar: Anıtsal öğeler olarak; kentleri oluşturan sokak dokusu (çıkmazlar, meydanlar vb.), anıtsal yapıları (han, hamam, cami, kilise vb.) sayabiliriz.
Anıtsal yapılar bir kentte eğer varsa, inşa edilmiş, büyük ölçekli ve genellikle sosyal-kültürel ve dinî nitelik taşıyan yapılardır.
Bu yapılar; kiliseler, hanlar, hamamlar, camiler, külliyeler, kapalı çarşı, okul, hükümet binası, belediye binası vb. kamu yapıları olabilir.
Sivil Mimarlık Örnekleri: Kent kimliğini oluşturan, kentlerde korunması ve geliştirilmesi gerekli dokuları oluşturan geleneksel mimarlık örnekleridir. Hemen her kentte o yöreye özgü mimari tarz ve malzeme ile yapılmış, konaklar, evler ve daha mütevazı ölçeklerde bazen bir doku oluşturan yapılar bulunmaktadır.
Sanat Öğeleri: Kentlerde yoğunlaşan, kültür ve sanat eylemleri, kentsel dokunun oluşmasında başlıca etmenlerden biridir. Kentlerin anıtsal ve sivil yapılarında, çevresel değerlerinde kültür ve sanat eserlerini gözlemek mümkündür. Resim ve heykel, ahşap, taş, alçı, oymacılık ve süsleme sanatları, vitray, cam, mozaik vb. sanatlar yapılarda ve çevre oluşumunda kullanılan sanat dallarıdır.
Bir kent, sadece orada yaşayanların ya da ziyaretçilerin, seyyahların düşünceleri ve yazdıkları ile değil, bilim, teknoloji, mimari, edebiyat, resim, müzik vb. sanat dallarına olan katkıları ile tanınır ve anılır.
Binlerce yıllık uygarlık tarihi içinde insanın doğrudan veya doğa ile birlikte yarattığı ve bugün “Kültürel ve Doğal Miras” diye adlandırılan değerlerin korunması, çağımızda insanlığın ortak sorunu olarak kabul edilen ve üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
Kamu kurum ve kuruluşlarına, sivil toplum örgütlerine, özel sektöre ve her bireye düşen görev, doğal, kültürel ve tarihsel değerlerin korunması çabalarında aktif yer almaktır.” (Prof. Dr. Mehmet Tunçer, Kültürel Miras ve Önemi, Türk Yurdu Dergisi, Mart 2017, Yıl: 106, Sayı: 355, s. 46, 47, 48)
Kent kelimesinin TDK sözlük anlamı ilçe ya da ilçeden büyük olan yerleşim yeridir. Genelde nüfusunun çoğu sanayi, ticaret ya da hizmet alanında çalışan ve tarımsal etkinliklerin de yapılmadığı yerleşim alanlarıdır. Kentlerde teknoloji ve sanayi gelişmiştir.
Milattan önce kentlerin her biri bir devleti ifade ederken, günümüzde bir ülkenin topraklarında asayişi sağlayan ve hizmet veren yönetim merkezleri olarak karşımıza çıkıyor.
Az sayıda insanın yaşadığı köylerde benzeşme, çok sayıda insanın yaşadığı kentlerde her türlü çeşitlilik olduğundan farklılaşma söz konusudur.
Yaşanabilir kent dendiğinde, ekonomik ve sosyal olarak yeterli, çevre bilinci oluşmuş, trafik sorunu olmayan, yaşlı, engelli ve çocukların hizmetlere kolay erişebileceği kent akla gelir.
Köylerin doyuramadığı insanların “bir umut” diyerek yığınlar halinde kente göç etmesiyle kentlerimizde çok yönlü bir değişim yaşanıyor. Kentlerimizdeki pek çok kimse kendini hala yerleştiği kentle değil göçüp geldiği yerle özdeşleştirmektedir. Kentte yaşamak ile kentli olmak arasında fark vardır.
Bir kentin bazı kültürel değerlerinin oluşmasında, kimliğinin canlandırılmasında ve korunmasında yerel yönetimlerin etkisi oldukça büyüktür.
Müzelerin, kütüphanelerin, sinema ve tiyatro salonlarının olduğu kentler, kültürel faaliyetlerin, çeşitli eğitim ve sağlık kuruluşlarının, basın-yayın tesislerinin de yoğunlaştığı yerlerdir. Söz konusu kültürel etkinlikler şehrin gelişmesinde önemli rol oynarlar.
Kent kültürü, yaparak, yaşayarak ve yazarak oluşur. Kent tarihi ve kültürel dokusuyla yaşayan, canlı bir organizmadır. Kent, coğrafyası, tarihi, insanı ve doğal yapısı ile bir bütündür. Yolları, kaldırımları, parkları, alt yapısı kentin mimarisini oluşturur ki bu da kentin kimliğidir. Kent, kültür, sanat, edebiyat değerleriyle bir anlam kazanır. Kentler, bilim, sanat ve özgür düşüncenin mekânlarıdır.
Antakya’da anıtsal yapılar olarak kültürel miras denince Habib-i Neccar Camii, Ulu Camii, kiliseler, havra, eski tarihi binalar olarak Meclis Kültür Sanat Merkezi, Valilik Binası, İl Sağlık Müdürlüğü binası, Sanat Okulu binası, Antakya Lisesi binası, Ziraat Bankası binası, PTT binası, Belediye Dairesi binası ve eski Antakya evleri, sokakları akla gelir. Ayrıca eski Müzenin yerine yapılan Şehir Müzesi, Tarım Müzesi, El Sanatları Müzesi, Atatürk Parkı da kent kültürümüzün ve kent kimliğimizin bugünlere taşıyıcısıdır. Uzun Çarşı başlı başına bir kültürel miras ve Antakya’nın kimliğini oluşturur.
Antakya’nın geçmişte önemli bir kent kimliği varken bu kimlik daha sonra çeşitli sebeplerle ilçelerden ve köylerden gelen insanların Antakya’ya yerleşmeleri ile bozulmaya başlamıştır. Çünkü ilçelerden ve köylerden yoğun bir şekilde gelenlerin büyük bir kısmı Antakya ve çevresinde öbek oluşturarak Antakya’nın kent kültürüne ayak uyduramamışlar ve kendi kültürlerini koruyarak ayrı bir sosyo-kültür çevresi oluşturmuşlardır. Böylece kent dokusu bozulmaya başlamıştır.
06 Şubat 2023 depremiyle yok olan Antakya yeniden ayağa kalkabilecek mi, nasıl olacak, ne kadar zaman alacak? Kalkabilirse eski haline dönebilecek mi, yoksa yeni bir Antakya mı olacak? Bu soruların cevabını zaman gösterecek.
Gazeteci yazar Mustafa Balbay, 2017 yılında Halk Kitabevi yayınlarından çıkan “Savaşın ve Barışın Kahramanı Dünya Lideri Atatürk” adlı kitabında Atatürk’ün Hatay ile ilişkisini şöyle yazıyor:
*
“ATATÜRK HATAY ŞEHİDİDİR
Barışı ve muhataplarıyla güveni koruyarak sınırları dışındaki bir toprak parçasını vatana katmak, çok büyük başarıdır.
Buna dünyanın her coğrafyasında “deha” denir.
Hem barışı koruyacaksınız hem karşılıklı güven duygusunu koruyacaksınız; bütün bunları yaparken bir kişinin dahi burnu kanamayacak.
Hatay işte bu başarının adıdır.
Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması süreci tek başına, Atatürk’ün ustaca bir diplomasi liderliği yaptığı gerçeğini anlatmaya yeter.
Vatan toprağının her parçası değerlidir, biri ötekinden ayrılamaz. Ancak herhangi bir araştırma yapmadan sadece haritaya bakıldığında bile Hatay ilinin önemi anlaşılacaktır.
*
YOLA ÇIKARKEN KAFAYA KOYMUŞTU
Hatay’ın Türkiye sınırlarına dahil edilmesinin kesinleşmesi Atatürk’ün bedeninin hastalıklarla mücadele ettiği, ama beyninin her zamanki gibi zinde olduğu günlere karşılık gelir. Ama bu, yaşamının son diliminde ‘bir de şunu başarayım’ diye tarif edilecek bir başarı değildir.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kayıtsız şartsız teslimini, kaderini dönemin emperyalist ülkelerine bırakışını belgeler. İngilizler ve Fransızlar bu mütareke ile Osmanlı’ya verdikleri kimi sözleri de tutmazlar. O günkü adıyla İskenderun Sancağı’nı İngiltere işgal eder, Fransa’ya devreder.
Atatürk, o sırada Suriye’nin Afrin bölgesinde 7. Ordu Komutanı olarak görev yapıyordu. Böyle bir işgali kesinlikle kabul etmediğini duyurdu.
Daha o günden kafasında vatan toprağı olarak korunabilecek, geri alınabilecek yerler çok netti. Adana-Antep hattını ülke sınırları içinde görüyordu; ancak buna İskenderun sancağı da dahildi.
İskenderun için stratejik bakış şöyledir:
İskenderun körfezini ele geçiren Bağdat’a kolay ulaşır, Musul petrollerini kontrol eder.
İşte bu yüzden güneyde Basra körfezini tutan İngilizler, İskenderun’da da söz sahibi olmak istiyordu. Daha Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında, 1916’da Sykes-Picot anlaşması ile bölgeyi al gülüm ver gülüm paylaşan İngiltere ile Fransa savaşın sonunda “beraber paylaşımı” sürdürdüler, yerine göre karşılıklı “ikramlarda” bulundular.
Antakya da bunlardan biriydi. Yukarıda vurguladığımız gibi, İngiltere Antakya’yı Fransa’ya sunar. Sunar ama, öte yandan kapalı çadırlar ardında Araplarla da şu pazarlığı yapmaktan geri durmaz:
-Antakya bölgesi burada kurulacak bir Arap devletine aittir.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in, İngiltere merkezli bölge planları içindeki yeri, ayrı kitaplar olacak kadar derindir!
Birinci Dünya Savaşı süreci ve sonrasında Anadolu’da yaşananların, meydana gelen olayların kahramanlarının destansı öyküleri vardır. Örneğin, Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra İskenderun’u işgale gelenlere karşı çıkan kaymakam, işgalcilerin bir şey yapmasına gerek kalmadan görevinden alınıp Payas’a gönderilmiştir. Bu işlemin ardından işgalciler kendilerine uygun bir belediye başkanı atayıp, ona kaymakam vekilliği görevi de verilmesini sağlamıştır.
*
MÜRSELOĞLU TAYFUR BEY
Antakya’da bu işgale karşı direniş hareketleri filizlenmeye başladı. Direnişi örgütleyenlerin başında Mürseloğlu Tayfur Bey, Dedebeyzade Hakkı Bey, Türkmenzade Ahmet Bey, Yüzbaşı Asım Bey geliyordu.
Mürseloğlu Tayfur Bey, Atatürk’ün planlamaları çerçevesinde kurulan Hatay Devleti’nin Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’di.
Antakya’da bunlar olurken Mustafa Kemal, 6 aylık İstanbul birikiminin ardından Samsun’a çıkmıştı; devamında Amasya, Erzurum, Sivas kongrelerini toplayıp, Kurtuluş Savaşı’nı milim milim örüyordu.
4 Eylül’de toplanan Sivas Kongresi’nin konularından biri de şuydu:
İşgal altındaki bölgelerde Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin oluşturulması.
Antakya bu mesajı aldı. Burada yükselen Kuvayı Milliye hareketi başlangıçta Halep’le birlikte hareket etmekten yanaydı, kısa süre sonra Maraş’taki hareket her şeyin önüne geçti.
20 Ekim 1921’deki Ankara Antlaşması, Kurtuluş Savaşı’nın kaderi açısından çok önemlidir. Fransa, gelinen noktada Mustafa Kemal’in gücünü kabul etmiş, Anadolu’da işgal ettiği kimi bölgelerinden çekilirken, daha güneyde varlığını devam ettirmenin yollarını aramıştır.
Atatürk, Ankara Antlaşması ile emperyalistler arasında bir çatlak yaratmış, diplomatik oyun kurmada onlar kadar başarılı olabileceğini kanıtlamıştı.
Ankara Antlaşması’nın Hatay bölümü şöyleydi:
Özerk bir yapıya kavuşacak. Fransız mandasındaki Suriye’ye bırakılacak. Resmi dil Arapça ve Türkçe olacak.
Bölgenin kendi içinde ayrı bir yapıya dönüşmesi, o gün için değil ama, yakın gelecek için önemli bir zemindi. Mustafa Kemal, işi bu aşamaya getirdikten sonra devamının ileride oluşturulabileceğini düşünüyordu.
*
“BANA ÇİZMELERİMİ GİYDİRMEYİN”
15 Mart 1923’teki Adana ziyaretinde Atatürk’ü karşılayanlar arasında Antakyalılar da vardı. Onların arasındaki bir gencin okuduğu şiir Atatürk’ü ayrıca duygulandırmıştı.
1930’lu yılların ortasına dek kesintisiz devam eden devrimlerin ardından sıra iki önemli konuya gelmişti:
Uluslararası hukuku da içine alan bir düzenlemeyle Hatay’ın vatan toprağına katılması ve Boğazlar’ın tümüyle Türkiye’nin tasarrufunda olması.
9 Eylül 1936’da Fransa ile mandası altındaki Suriye arasında bir egemenlik antlaşması yapıldı. Bu antlaşmada Hatay, Suriye toprakları içinde görünüyordu. Atatürk’ün buna yanıtı şu cümleyle oldu:
“Bana çizmelerimi giydirmeyin…”
1 Kasım 1936’daki Meclis açılış konuşmasında Hatay’a ayrıca değinerek şöyle dedi:
“Fransa ile Türkiye arasında yıllardır sürüp giden davanın sonuçlandırılmasının zamanı geldi.”
Fransa’dan da cesaret alan Suriye yönetimi 14-15 Kasım 1936’da bir seçim yapıp işi oldubittiye getirmeye çalıştı. Türkiye, Hatay içindeki tepkiyi de anımsatarak bu seçimi kabul etmediğini ilan etti. Atatürk 1937 yılı içindeki pek çok konuşmasında Hatay’ı da bir an önce çözümlenmesi gereken bir sorun olarak dikkat çekti. Sözünün yarısı içeriye ise yarısı da dışarıyaydı. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ne olursa olsun, Hatay sorununun lehimize sonuçlanması için her şeyi yapacağını her fırsatta yineliyordu.
Zaten belirleyici tavrını daha başta, “bana çizmelerimi giydirmeyin” diyerek koymuştu. Atatürk’ün bu kararlılığı Hatay’da da karşılık buluyordu. 12 Ocak 1937’de Antakya’da düzenlenen ve ana teması “Türkiye anavatandır” olan mitinge on binlerce kişi katılmıştı. Aynı dönemde Anadolu’nun çeşitli illerinde de Hatay mitingleri düzenlendi.
Atatürk, Hatay’daki iç dengeden de emin olduktan sonra konunun Milletler Cemiyeti’nin şemsiyesi altında çözümüne sıcak baktığını ilan etti. İsveç, İsviçre ve Hollandalı 3 kişilik heyet durumu yerinde inceledi, son kararın Hataylılar tarafından verilmesinin hukuki olacağı yönünde rapor verdi.
*
HATAY’DA HALKEVLERİ
29 Mayıs 1937’de Milletler Cemiyeti Türkiye ve Fransa’nın ortak güvencesini kabul etti.
Bu çok önemli bir uluslararası başarı idi. O sırada Avrupa ülkeleri de İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri titremeye başlamıştı. Türkiye’nin daha ileri adım atması için en elverişli zamandı.
Aynı yılın ekim ayında Türkiye, İskenderun ve Antakya’ya konsolosluk açtı. Bunları başta Halkevleri olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni toplumsal kurumları izledi. 1920’li yılların başında bölgeyi terk edip kuzeye göçenlerin geri dönmesi için çalışma başlatıldı.
Hatay artık her türlü karşı plana yanıt verecek ölçüde Türkiye’leşmişti. Ancak Suriye buna karşı hukuki anlatımı olmayınca şiddet kullanma eğilimine girdi.
Türkiye ve Hatay’daki yerel yapı buna yanıt verecek güçteydi. Atatürk hiçbir şekilde böyle bir yola girmeden hemen Paris’teki Türkiye Büyükelçisi Suat Davas’ı devreye soktu. Kısa bir süre önce Milletler Cemiyeti, Türkiye ve Fransa’nın ortak güvencesini karara bağlamıştı.
İki ülke anlaştı; Türkiye ve Fransa 2500’er askerini Hatay’a gönderip güvenliği ortak sağlayacaktı.
O dönem Atatürk’ü uluslararası hukuka saygı göstermeyen bir lider olarak gösterme ve uluslararası alanda meşruiyetini gölgeleme arayışları vardı ama, ustaca yürüttüğü diplomasi ile bunların tümünü boşa çıkardı.
Hatay bunun da en somut örneğidir.
Atatürk diplomasiyi en iyi şekilde uygularken, çok mecbur kalırsa kendi deyimiyle “çizmeleri giymekten” geri durmayacağını göstermek istiyordu. Gerek Suriye’nin şiddete yönelik yöntemleri benimsemesi gerek Fransa’nın bunu dışlamayan tutumu Mustafa Kemal’i güçlü bir meydan okumaya itti.
Çok hastaydı. Doktorlar her türlü tedavi yönteminin başına kesin dinlenmeyi koyuyorlardı.
*
HASTA YATAKTAN KALKIP AYAKTA BİRLİK DENETLEMEYE
Böyle bir zaman diliminde 19 Mayıs’ın ardından 21 Mayıs 1938’de Mersin’e, 24 Mayıs’ta da Adana’ya olmak üzere Hatay’ın komşusu iki ile gezi düzenledi. O günün koşulları içinde yolculuğu trenle yapacaktı. Doktorları kesinlikle karşı çıktılar. Bunun Mersin-Adana yolculuğu değil, ölüm yolculuğu olacağını anlatmaya çalıştılar.
Atatürk programı çoktan yapmıştı. Gezide her iki ildeki askeri birliklerin geçit resmi düzenlemesi öngörülmüştü. Hem Mersin’de hem Adana’da gün boyu askeri geçidi izledi, üstelik de ayakta.
Mesajını vermişti…
Bu gezinin ardından uluslararası kabul çerçevesinde 5 Temmuz 1938’de İskenderun’a yukarıda sözünü ettiğimiz çerçevede Türk askeri girdi. 1918’de Mondros Mütarekesi sonrası çekilen Türk askeri 20 yıl aradan sonra yeniden İskenderun’daydı.
Askeri girişimi diplomatik atılım izledi, Milletler Cemiyeti’nin kabulüyle Türk ve Fransız diplomatların gözetiminde seçim hazırlıklarına başlandı.
1 Ağustos 1938’de tamamlanan yazım sonucu Hatay Millet Meclisi’nin şu dengede oluşması kararlaştırıldı:
22 Türk, 9 Alevi, 5 Ermeni, 2 Sünni Arap, 2 Ortodoks Rum.
2 Eylül 1938’de Hatay Millet Meclisi toplandı. İlk kararı Hatay Devleti’nin kurulduğunu ilan etmek, ikinci kararı da Tayfur Sökmen’i cumhurbaşkanı seçmek oldu.
Hükümet güvenoyu aldıktan sonra uzun uzun yeni yasalar çıkarmaya gerek görmedi. Tek maddelik şöyle bir karar aldı:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları Hatay’da da geçerlidir.”
İstiklal Marşımız milli marş olarak kabul edildi. Hatay Devleti’nin bayrağı da, çiziminden sonra son şeklini Atatürk’ün verdiği kırmızı yıldızlı Türkiye’nin bayrağına çok benzeyen bir biçimde göndere çekildi.
Sıcak yaz ve sonbahardaki bu gelişmeleri Mustafa Kemal de dikkatle izliyordu. Ama Ankara’da makamında değil, İstanbul’da hasta yatağında…
Mersin, Adana gezisi dönüşü durumu daha da ağırlaştı. Tedavi İstanbul’da sürdürüldü.
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının yolunun açıldığına tamamen kanaat getirdiği gün onca hastalığına rağmen bir boğaz gezisi yapar.
10 Kasım’da gözlerini kapar.
*
TEK BİR CAN VERMEDİ, KENDİ CANINI VERDİ
Genel kanı odur ki; Atatürk 1938 yılı yazındaki Mersin ve Adana gezilerini yapıp kendisini olağanüstü yormasaydı, en az 2 yıl daha yaşardı.
Bu nedenle Hataylılar Atatürk’e “Hatay şehidi” derler.
Bu benzetmeden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz:
Atatürk, bir kişinin dahi burnunu kanatmadan, kendi canından fedakarlık yaparak Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını sağladı.
23 Haziran 1939’da Türkiye ve Fransa bir araya gelerek son antlaşmayı yaptı. Hatay sınırları içindeki herkese iki uyruktan birini seçme hakkı tanındı; Türkiye ya da Suriye…
Suriye’yi tercih edenler bu ülkeye göçtüler.
İki hafta sonra 7 Temmuz’da TBMM’den çıkan 3711 sayılı yasayla Hatay vilayeti kuruldu.
24 Temmuz 1939’da son Fransız askeri birliği Antakya’daki kışlasından ayrıldı.” (s. 135, 136, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144)
ATATÜRK VE ÖĞRETMEN
Atatürk, Kayseri’de Fizik öğretmeni Abdullah Efendi’nin dersine girer. Öğretmen, sanki sınıfta Atatürk ve arkadaşları yokmuş gibi, son derece doğal bir şekilde dersine devam eder. Bir ara Atatürk kara tahtanın önünde durunca, öğretmen:
ÖĞRETMEN VE ATATÜRK
Yazar Çetin Yetkin, “Ben De Bir İnsanım” adlı kitabında, Kemal Arıburnu’nun “Atatürk Muhtelif Cepheleriyle”, adlı kitabının 30 ve 31. sayfasından alıntıladığı bir bilgi şöyle:
“Çankaya yolu üzerinde yeni açılan ilkokulun kapısını Atatürk’ün ansızın açıp bir sınıfa girdiğinde de o sıra öğrencilerine ders anlatmakta olan öğretmenin davranışı onu mutlu edecektir. Çünkü, öğretmen, onun sınıfa girdiğini görünce, yalnızca bir işaretle çocukları ayağa kaldırmış, arkasından da sanki Atatürk orada değilmiş gibi dersine devam etmişti. Dahası, on dakika kadar ayakta öylece dersi izleyen Atatürk sınıftan çıkarken de, yine bir işaretle öğrenciler ayağa kalkmış, sonra da öğretmen onu merdivene filan geçirmeden dersini kaldığı yerden sürdürmüştü. Öğretmenin bu davranışı karşısında Atatürk’ün yanındakilere söyleyecekleri şöyle olacaktı:
“-…Bu öğretmen eğer dersini bırakıp bana tazimatını arz etmek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri nazarında küçülür, belki prestijini kaybederdi…” “
ATATÜRK VE BAKAN
Yazar Çetin Yetkin, “Ben De Bir İnsanım” adlı kitabında, Salih Babacan-Mehmet Turgut’un “Atatürk’ten Anılar-Özlemler” adlı kitabının 193. sayfasından alıntıladığı bir bilgi şöyle:
“Atatürk, iki kimsesiz ve yoksul çocuğun parasız yatılı olarak bir okula yazdırılmaları ve okutulmalarını isteyen bir mektubunu Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen’e gönderdiğinde bakanın cevabında, bu çocuklar Gazi’nin koruması altında oldukları için yoksul ve kimsesiz kabul edilmeleri imkânsız bulunduğundan Haydar Paşa Lisesi’ne “paralı yatılı” kayıtlarının yaptırıldığı, çocukların üçer yıllık okul ücretlerine ilişkin makbuzların da ilişikte sunulduğu belirtilecektir.
Gazi, bu durumu Başbakan İsmet Paşa’ya anlattığında o da, bakan adına özür dilemek istediğinde, İsmet Paşa ondan şu sözleri işitecek:
“-Yok, özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medenî cesarete sahip olabilse ve gösterebilse…” “
Bir meslek böyle davranışlarla itibarlı olur. Aksi hâlde yerlerde sürünür…
Hatay davasına önderlik eden, kurulan Hatay Devleti’nin Cumhurbaşkanlığını yapan Tayfur Sökmen tarafından yazılan ve ilk baskısı 1978 yılında, ikinci baskısı ise 1992 yılında, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan çıkan ve ayrıca Cumhuriyet gazetesinin bir armağanı olarak Haziran 1999’da tekrar yayımlanan “Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar” adlı hatıra kitapta Hatay Devletinin Kurulmasını Tayfur Sökmen şöyle anlatıyor:
“HATAY DEVLETİNİN KURULMASI
Müşahit heyetin Hatay’da yapılan plebisitten olumlu bir kanı ile dönüşü neticesinde Cemiyet-i Akvam’da (Milletler Cemiyeti) Hatay’da Millet Meclisi seçiminin yapılmasına karar verilmiştir.
Milletvekili seçiminde Fransızların müdahale edecekleri düşüncesiyle hükümetimiz dürüst bir seçim yapılabilmesi için, bir Türk tugayının müşahit olarak Hatay’da bulunması hususunda Fransızlarla temasa geçmek üzere Genelkurmay İkinci Başkanı General Asım Gündüz Başkanlığı’ndaki müşahit heyette, daha sonra da Genelkurmay Başkan Vekili olan Albay Fevzi Mengüç, Binbaşı Nuri, Büyükelçi Cevat Açıkalın bulunmuşlardır.
Uzun görüşme ve tartışmalardan sonra bir tugayın Hatay’a girmesi kararlaştırılmıştır. Daha sonra Kara Kuvvetleri Kumandanı olan Kurmay Albay Şükrü Kanatlı’nın kumandasındaki tugay, 5 Temmuz 1938’de Hatay’a girmişti. Senelerdir hasret kaldığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Hatay’a girmesi, bütün Hataylıları, görülmemiş heyecan ve sevince garkettiği gibi, senelerdir bozuk olan moralleri düzelmiştir.
Bu arada Reyhaniyeli hemşerilerimin arzuları üzerine Albay Şükrü Kanatlı kumandasında bir süvari birliği Reyhaniye’ye gelmekte iken Amik atlıları tarafından Ayrancı köyünde karşılanıp hep birlikte Reyhaniye’ye gidildi. Çatalhöyük köyünde köprüden geçerken Mürseloğlu Kemal Bey, süvari birliğinin önünü kesip, daha önce, “Türk ordusu Hatay’a girerse tek kızım Necla’yı kurban edeceğime ant etmiştim” diyerek Albay Şükrü Kanatlı’nın atının ayakları altına kızını kurban etmek için yatırınca, Albay Şükrü Kanatlı atından atlayarak küçük kız çocuğunu kucağına almış ve onun yerine getirilen koç kesilmiş. Kemal Bey’in andı bu şekilde yerine getirilmiş. Bunun üzerine Çatalhöyük’te Gülizar Hatun’un konağında birliğe mola verilerek, ayran ikram edilmiş ve daha sonra birlik arkasındaki Amik süvarileriyle 8 Temmuz 1938’de Reyhaniye’ye girmiş ve uzun zamandır hasreti çekilen Türk ordusu görülmemiş bir heyecan içinde büyük gösteri ile karşılanmıştır.
*
Atatürk Tarafından Cumhurbaşkanı Adayı Olarak Gösterilmem:
9 Ağustos 1938 günü Hatay Egemenlik Cemiyeti Umumî Kâtibi ve Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey’den bir telgraf aldım. 24 Ağustos 1938 günü Hatay’da yapılacak milletvekili seçimini görüşmek üzere, Başmurahhas Cevat Açıkalın’la Celâl Karasapan’ın yerini atanan Başkonsolos Fethi Denli’nin Dörtyol’da bulunmaları isteniyordu.
10 Ağustos 1938’de Şükrü Sökmensüer Bey Ankara’da, Cevat ve Fethi beylerle Hatay’dan Dörtyol’a geldiler. Çalışma odasında dördümüz toplandık. Konuşma ve müzakere arasında kimlerin mebus, kimlerin Meclis Başkanı, kimlerin Başvekil ve hükümet üyesi olması üzerinde uzun uzun görüştükten sonra; 40 mebustan aday gösterilmesine; bunların 2’sinin Rum, 2’sinin Ermeni, 2’sinin Arap ve 34’ünün de Türklerden olmasına karar verildi. Başvekil ve diğer vekiller, umum müdürler, müsteşarlar Hatay Egemenlik Cemiyeti’nin saptadığı adayların görüşülüp karara bağlanmasından sonra, Konsolos Fethi Denli Bey “Cumhurbaşkanı kim olacak?” diye sorunca, Şükrü Sökmensürer Bey “Cumhurbaşkanı adayı Atatürk tarafından tespit edilmiştir. Bunun üzerinde görüşmeyelim ve durmayalım” dedi. Şükrü Bey’in bu sözü üzerine Cevat Açıkalın “Atatürk’ün adayının ismini bizler de anlayalım” deyince, Şükrü Bey “Atatürk’ün adayı Sökmen Bey’dir” dedi.
Şükrü Bey’in sözüne, “Atatürk’ün iltifat, teveccüh ve itimadına teşekkür ederim. Bu mühim vazifeyi kabul edemeyeceğim. Çünkü; başaramazsam Atatürk’ün, mazhar olduğum itimat ve teveccühünü kaybederim. Beni bu vazifeden af buyurmalarını istirham ediyorum” deyince, Şükrü Bey “Ben tebliğe memurum. Başka bir şey yapamam” dedi. Toplantı bitti. Beyleri misafir ettim.
Ferdası günü Şükrü Bey Ankara’ya, diğerleri de Hatay’a döndüler. Ben de 11 Ağustos 1938’de Atatürk’e arz edilmek üzere Riyaseti Cumhur Umumî Kâtibi Hasan Rıza Soyak Bey’e, yukarıda belirttiğim sebeple Atatürk’ün beni bu vazifeden affetmelerini yazdım.
14 Ağustos 1938 günü Dolmabahçe’den Hasan Rıza Soyak Bey’in gönderdiği aşağıdaki telgrafı aldım.
Bay Tayfur Sökmen
Antalya Saylavı-Dörtyol
“Mektubunuzu aldım. Verilen her memleket vazifesini kayıtsız ve şartsız kabul edip, başarmaya çalışmak bizim şiarımız olmuştur. Rey ve mütalaam budur, gözlerinden öperim.”
Hasan Rıza Soyak
Bilahare telgrafın mahiyetini şifahen anlatmış olan Hasan Rıza Bey, bir hatırası olsun diye 15 Kasım 1951 tarihli aşağıdaki mektubu yollamıştır.
Sayın Bay Tayfur Sökmen
Hatay Milletvekili
İstanbul
“14 Ağustos 1938 tarihinde Dolmabahçe’den size çekmiş olduğum telgrafı nasıl ve ne şartlar altında yazdığımı şifahen hikâye etmiştim. Bu defa bunu bir hatıra olmak üzere yazıyla da teyid etmeyi münasip gördüm.
“Sizin o zaman teşekkül etmekte olan Hatay Cumhuriyeti Başkanlığı’na intihabınız daha evvel takarrür etmişti. Bu kararın size tebliği üzerine bana yazdığınız itiraz mektubunu alır almaz, Atatürk’ün huzuruna çıkmış ve mektubu kendisine okumuştum. O sıralarda odaya Başvekil Celâl Bayar’la Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras girdiler. Atatürk onlara hitaben;
“- Şimdi Soyak, Tayfur Sökmen’den aldığı bir mektubu okuyordu, size de okusun da dinleyin, buyurdu.
“Mektubu tekrar okudum. Atatürk yine onlara hitap ederek:
“- Ne dersiniz? diye sordu.
“Başvekil Bayar; “Zatıâliniz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Atatürk “Mesele mühim ve müstaceldir. Vaziyet yeni tecrübelere mütehammil değildir. Bu arkadaş tecrübe edilmiş, her bakımdan itimada layık, namuslu ve becerikli bir adamdır. Öteden beri bu yolda çalışmış ve başarılı hizmetlerde bulunmuştur. Binaenaleyh Devlet Başkanlığı için en münasibi odur, bunu bir vazife olarak kabul etmelidir” buyurdular. Başvekil ve Hariciye Vekili de aynı nokta-i nazara iştirak ettiler. Yanlarından çıktım ve size yukarıda bahsettiğim telgrafı çektim.
“Saygı ile arz eder gözlerinizden öperim, kardeşim.”
İstanbul; 15.11.1951 Hasan Rıza Soyak
*
Hatay Millet Meclisi tarafından Cumhurbaşkanı Seçimi:
24 Ağustos 1938’de Türk ve-Fransız ordularının garantisi altında Hatay’da Millet Meclisi seçimi yapıldı.
2 Eylül 1938 günü Hatay Millet Meclisi toplanıp, eşsiz Atatürk’ün adayı olan beni, Hatay Cumhurbaşkanlığı’na seçtiler. Yemin merasimini bitirdikten sonra, Dr. Abdurrahman Bey’i başvekilliğe atadım.
Başvekil Abdurrahman Melek Bey de, Dörtyol’da tespit ettiğimiz vekil, müsteşar ve umum müdürleri seçti. Meclisin 34’ü Türk, 2’si Arap, 2’si Ermeni, 2’si de Rum vatandaştan olmak üzere 40 mebusu vardı.
Vazifeye başladığım, yani Hatay Cumhurbaşkanı seçildiğim gün, Atatürk’e şu telgrafı çektim.
*
Atatürk’e Bağlılık Telgrafı:
Ekselans Kemal Atatürk
Türkiye Cumhurbaşkanı
İstanbul
“Hatay Millet Meclisi tarafından bugün Hatay Reisliği’ne seçildiğimi ve bu vazifeyi ifaya başladığımı yüksek huzurunuza arz etmekle şereflenirim. Türkiye’nin Ulu Önderi tarafından gösterilen yüksek alaka ve yardım sayesinde istiklaline kavuşmuş olan Hatay’ın, Ulu Şef Atatürk’e ve BMM’ye karşı beslediği minnet, şükran ve bağlılık hislerini ve bu vesileyle de arz etmekle son derece bahtiyarım. Vazifemin ifası sırasında yüksek alaka ve irşatlarınızın esirgenmemesi dileğiyle candan bağlılığımı ve sonsuz saygılarımı arz ederim.”
Tayfur Sökmen
*
Atatürk’ün Telgrafı:
4 Eylül 1938’de telgrafıma Ulu Önder Atatürk şu cevabı lütfettiler.
4.IX.1938
Bay Tayfur Sökmen
Hatay Reisi
Antakya
“Hatay Millet Meclisi tarafından Hatay Reisliği’ne seçildiğinizi bildiren telgrafınızı memnuniyetle aldım. Bu kıymetli diyarın en yüksek makam ve vazifesini ihraz ve deruhte etmiş olmanızdan dolayı sizi tebrik ederken, inkişafını daima alaka ve muhabbetle takip edeceğim. Hatay’daki faaliyetinizde muvaffakıyetinizi temenni eyler ve Hatay’ın yeni idare altında pek çok saadet ve refahlar görmesini yürekten temenni ederim.”
K. Atatürk
Cumhurbaşkanlığı Kalemi Mahsus Müdürlüğü’ne Alhasoğlu Selman Efendi’nin hukuk tahsili yapan oğlu Hulki Öcal’ı getirdim.
*
İcraat:
Bu cümleden olarak, Hınçak Cemiyeti’ne mensup ve davamıza hizmet etmiş olan Papaz Nuri Kiyan Efendi, çarşıdan dönerken bir muzip delikanlı başına su döker. Papaz efendi haklı olarak üzülür. Bu olayı Hatay Mebusu Avadis Efendi yanıma gelip, naklettiği zaman çok üzüldüm. Adliye vekilini davet ederek suçlunun kim olduğunu tespit ettirmelerini, kim olduğunu bilip bilmediklerini sorduğumda “Kayınbiraderiniz Kadir Bey’in oğlu Hakkı Mürseloğlu’dur” dedi. Büsbütün üzülerek derhal yakalanıp gereken cezanın verilmesi ve papaz efendiden de özür diletilmesi hususunu rica ettim.
Papaz efendi bu ilgiye memnun olmuş ve af dileyen gencin cezalandırılmamasını vekilden rica etmiş.
Papaz efendinin ricası üzerine vekil, yakalanarak hapsedilen genci serbest bırakmıştı.
İcraat, bize hasım olan komşu millet ve devletlerin takdirini celp ediyordu.
*
İLTİHAK KARARI
Eşsiz kumandan, büyük devlet adamı Kemal Atatürk’ün bir eseri olan Hatay devletinde, O’nun himmeti ile memur ve vatandaş kaynaşarak, gece gündüz Hatay’ın refah ve saadeti için çalışmaktaydık. Şanlı ve kahraman Türk ordusunun varlığı, şevkimizi arttırıyor ve bize her hususta kuvvet veriyordu.
Bu minval üzere çalışırken, senelerce hasret kaldığımız anavatana kavuşmanın heyecanı içinde Hatay Millet Meclisi oybirliği ile 23 Haziran 1939’da anavatana katılma kararı vererek, Hatay devleti Atatürk’ün yüce himmeti ile tarihe 17’nci Türk devleti olarak geçmiştir.” (Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Cumhuriyet Gazetesinin Okurlarına Armağanıdır, Haziran 1999, s. 151, 152, 153, 154, 155, 156, 157, 160, 161, 167)
Hatay davasına önderlik eden, kurulan Hatay Devleti’nin Cumhurbaşkanlığını yapan Tayfur Sökmen tarafından yazılan ve ilk baskısı 1978 yılında, ikinci baskısı ise 1992 yılında, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan çıkan ve ayrıca Cumhuriyet gazetesinin bir armağanı olarak Haziran 1999’da tekrar yayımlanan “Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar” adlı hatıra kitapta Antakya-İskenderun ve havalisine Hatay adının verilmesini Tayfur Sökmen şöyle anlatıyor:
“ATATÜRK’ÜN İSKENDERUN VE HAVALİSİNİN İSMİNİ DEĞİŞTİRMESİ, ADINA HATAY DEMESİ
Ankara itilafnamesinin İskenderun ve havalisinde tatbiki için, hükümetimizin Fransızlar nezdinde yaptığı her türlü teşebbüs semeresiz kalmış olduğu cihetle ve Suriyelileri, Fransızlarla anlaşarak genel seçim yapmaları dolayısıyla, 1936 senesinin Meclis açılış nutkunda aziz Atatürk “Bundan böyle Fransızlarla aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir” buyurdular.
Ferdası günü aziz Atatürk, Başyaver Celâl Bey aracılığıyla beni emretmişlerdi. Gittim. “Bizleri ihya ettiniz ulu önder” dediğimde “Sökmen bugünden itibaren davaya resmen el kondu. Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır, cemiyetinizin adını “Hatay Egemenlik Cemiyeti” olarak değiştirin ve faaliyetinizi bu isim altında yürütün, Cemiyet merkezi yine İstanbul’da kalmak üzere, Mersin, Dörtyol, Hassa, Kilis’te şube açın; fakat denizden, karadan hatta dağdan Hatay’a gidip gelinmesi daha kolay olacağı için faaliyet merkeziniz Dörtyol şubeniz olsun. Bu şube açıldığı zaman Antakya’daki Cemiyetin adı da değişerek Hatay Egemenlik Cemiyeti adını alsın” buyurdular ve “Gazamız mübarek olsun, Allah utandırmasın ve muvaffak etsin” diye ilave ettiler. Teşekkür ederek huzurlarından şevkle ayrıldım.
Yine Atatürk’ün emirleriyle Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey Hatay Egemenlik Cemiyeti Umumî Reisi, Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer bey de cemiyetin kâtibi umumisi oldular.
Cemiyetin fahrî umumi başkanı olarak, cemiyetin adını değiştirdim. Mersin, Dörtyol, Hassa ve Kilis’teki Hatay Egemenlik cemiyetlerini açtım. Bu arada Antakya’daki cemiyetin adı da “Hatay Egemenlik Cemiyeti” oldu. Cemiyetler açıldıktan sonra İstanbul’a döndüm.
Dörtyol faaliyet merkezi olduğuna göre, buradan Antakya’daki teşkilatla çalışmakta, haberleşmelerde ilerde zor durumda kalabileceğimi düşünerek, İstanbul’a teşrif eden Atatürk’e durumu arz etmek, istihbaratı yapacak sorumlu bir kişiyi seçmelerini istirham etmek için görüşmek istediğimi arz etmesini, Hasan Rıza Soyak Bey’den rica ettim.
Ertesi gün Şükrü Kaya Bey Başkanlığı’nda Dolmabahçe Sarayı’nda yapılacak toplantıda bulunmamı emretmeleri üzerine, Dolmabahçe’ye gittim. Toplantı salonuna girdiğimde Dahiliye Vekili ve Hatay Egemenlik Cemiyeti Umumi Reisi Şükrü Kaya, Millî Müdafaa Vekili Kâzım Özalp, Hariciye Vekâleti Kâtibi Umumisi Numan Menemencioğlu, Mah Teşkilât (Millî Emniyet) Başkanı Şükrü Âlî, Riyaset-i Cumhur Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak beyler beni bekliyorlardı. “Hoş geldin. Hatay Egemenlik şubelerini açmışsın, tebrik eder, muvaffakiyetler temenni ederiz” dediler. Teşekkür ederek “Hatay’la yapılacak temas ve çalışmalarda, haberleşme Dörtyol faaliyet merkezinden yapılacağı için, haberleşmeyi yapacak bir sorumlu şahsın seçilmesini Atatürk’ten istirham etmek için, Hasan Rıza Bey’in aracılığını rica ettim. “Kimi emredecekler bilmiyorum” dedim. Bunun üzerine Şükrü Kaya Bey “Biz de onun için Atatürk’ün emri ile toplanmış bulunuyoruz, siz ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca “Adana Valisi Tevfik Hâdi Bey bence münasiptir (uygundur), faaliyet merkezi Dörtyol’a yakındır” teklifine Şükrü Kaya bey “Olmaz, vali politikaya karışmasın” dedi. “Peki Şükrü Âlî Bey’in Adana’daki Mah teşkilatı sorumlusu Mahcup Bey vasıtasıyla yapsın” dedim. “O da olmaz” dedi, “Antakya’da ilk defa açılan konsolosluk var. Konsolos Firuz Kesim Bey olsun” dediğimde bu defa Numan Bey “Politik mesele olabilir. O da olmaz” dedi. “Peki o olmaz bu olmaz, ne olacak, kim yapacak? O halde siz birini bulun” dedim. Şükrü Bey “Siz varsınız, siz yaparsınız” deyince bu sefer itiraz ederek “Hayır bu mesuliyetli bir iştir, mesuliyeti üzerime almam, başka birini bulun” dediğimde bu defa Hasan Rıza Bey, “Atatürk bu vazifeyi sizin yapmanızı emrettiler, mesuliyeti siz alacaksınız, bu vazifeyi size bırakıyorlar” dedi. Bunun üzerine Atatürk’ün yüksek emirlerine uyarak, şükranla kabul ettim. Toplantı dağıldı. Veda ederek ayrıldık. Gelmişken Dörtyol’a gitmeden birkaç gün ailemin yanında kaldım.
ALEVİ MESELESİ
Cemiyetimizin İstanbul merkezinde çalışmalar sıkı bir vaziyette devam ediyordu. Kaldığım birkaç gün içinde hemen her gün cemiyete uğruyordum. Dörtyol’a hareketimden bir gün önce arkadaşlara veda etmek için Cemiyet’e uğradığımda, Antakya şubemizden namıma gelen bir mektup aldım. Mektupta, Fransızlar, Lazkiye’de bulunan Alevilere “Siz ne Türk, ne Arap ve ne de Müslümansınız, sizler Ehlisalip bakayası olduğunuzdan Türkler ve Araplar sizlere fena muamele yapmaktadır” propagandası ile tahrik etmektedirler. Bunu haber alan Suriyeliler, “Siz Arap ve Müslümansınız, Fransızlara inanmayın” diyerek Alevileri kazanmaya çalışıyorlar. Bizden de Alevilerin Türk ve Müslüman olduklarını ispat ederek Fransız ve Arapların tahriklerini çürütmek için, bir vesika bulabilir misiniz? diye soruyorlardı.
Öteden beri Alevilik-Sünnilik sözünü hoş görmeyen Atatürk’ü durumdan haberdar etmek üzere Dolmabahçe’ye, ziyarete gittim. Kabul buyurduklarında durumu arz ettim. “Kilisli tarihçi Necip Asım Bey’le temas ederek hakikat ortaya çıkarılmalıdır” buyurdular.
ETİ TÜRK’Ü
Moda caddesinde Ağa Bey sokak 9 numarada ikamet eden Necip Asım Bey’le, Kilisli hemşerisi dostum Avukat Reşit Bey aracılığı ile yaptığım temasta durumu anlatınca; bana ilk sözü şu oldu, “Anan, bacın, kızın var mı?” Bu soru karşısında hayretle Reşit Bey’in yüzüne baktım. Bunu gören tarihçi Necip Asım Bey “Hayretle bakmakta haklısın, çünkü; benden istediğin tarihi bilgi ve vesika ile sana sorduğum sual başka görülüyorsa da istediğin bilgi benim sualimin muhtevasındadır. Zira kız alıp vermezsiniz, camilerine gitmez, caminize sokmazsınız; kestiği eti yemez, Alevi, Fellah diye tahkir edersiniz, sonra da kalkıp tarihi vesika istersiniz. İptida (önce) siz şimdiye kadar tatbik etmediğiniz insanı muameleyi tatbik edin, sonra ben size tarihi vesika vereyim” dedi. Cevaben; “Beyanatınız tamamen bir hakikattir. Atatürk vatandaşlar arasında devam edegelen ve cereyan eden bu fena duruma son verecektir. Lütfen tarihi vesikayı verin” dedim. Bunun üzerine kütüphanenin üst kat rafından indirdiği kitabın yanılmıyorsam 149’uncu sahifesinde şunları okudu; “Aleviler Hasan Sabbah’ın müritleridir, tamamen Türk ırkından olup, Doğu’dakiler Kürtleşmiş, ortada, Anadolu’da kalanlar Türklüklerini muhafaza etmiş, güneye gidenler ise Araplaşmışlardır. Lazkiye’den ötede bir tek Alevi bulamazsınız. Atatürk’e tazimlerimle (saygılarımla) arz ederim” dedi. Teşekkür ederek yanından ayrıldık.
Gidip bu tarihi malumatı Atatürk’e arz ettikten sonra Atatürk; “Aleviler Arap değildir. Eti Türkleridir” buyurdular. Veda ederek huzurlarından ayrıldım.
Atatürk bu inancını, Adana mebusu İbrahim Dıblan riyasetinde bir cemiyet kurdurup faaliyete geçirerek ispat ettiler.
Dolmabahçe’den ayrılarak cemiyete gidip, Atatürk’ün Alevi vatandaşlar için Eti Türk’ü dediğini Antakya’daki Hatay Egemenlik Cemiyeti’ne bildirerek Fransız ve Arapların propagandalarına karşı oradaki Alevi vatandaşlarımızın aldanmamalarını, Eti Türk’ü olduklarını bilmelerini yazdım.
Ertesi gün Dörtyol’a hareket ettim. Dörtyol’da Antakya’daki cemiyetimizle temasa başlayarak, faaliyete geçip çalışmaları sıklaştırdım.” (Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Cumhuriyet Gazetesinin Okurlarına Armağanıdır, Haziran 1999, s. 139, 140, 141, 142, 143)