34,1854$% -0.05
37,8505€% 0.03
44,9689£% -0.97
2.906,08%-0,59
4.970,00%-0,83
20.255,00%-0,61
26 Eylül 2024 Perşembe
Gündemimiz o kadar yoğun ki takip etmeye ne zaman yetiyor ne yürek dayanıyor.
Son zamanlarda Narin’le yatıyor, Narin diye uyanıyoruz.
Ah Narin… Adın gibi yaşatılsaydın keşke.
Üstüne titrenerek büyütülen bir kız çocuğu olsaydın ama olmadı.
Narin kızımız tüm ülkenin yüreğini dağladı.
Narin ilk değil maalesef son olacağa da benzemiyor.
Çözülemeyen çocuk ölümleri, kadın cinayetleri, silahla adam öldürme vs suçları o kadar arttı ki insanlar kanıksayacak, tepki vermeyecek diye ödümüz kopuyor…
Ülkemizin geldiği durum içler acısı.
Çocukları, kadınları hatta sokak hayvanlarını bile koruyamıyoruz
Bu ülkede dört şey olmayacaksın demiş Yaşar Kemal. “Kadın,çocuk,ağaç ve sokak hayvanı.”
O kadar haklı ki…
Toplumsal düzende iyiye giden hiçbir şey yok.
Cezalar caydırıcı değil.
İnsanların adalet sistemine olan güveni kalmadı.
Suça suçla cevap verenler “Adaletimi kendim sağladım.” diyor. Ne vahim.!
Herkes kendi adaletini kendi sağlarsa hukuk sistemine gerek kalmayacağı kesin.
Dünyanın tehlikeli bir yer olmasının sebebi kötülük yapanlar değil, olup biteni seyredip hiçbir şey yapmayanlardır, diyor A. Enistein.
Evet, seyredip hiçbir yapmayan o kadar çok ki.
Görmezden gelenler.
Bilip susanlar…
Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar…
Suçu kesin olduğu halde serbest kalan sözde fenomenler bozulmuş adalet sisteminin yakın zamandaki örneği…
Ve 26 suç kaydı olduğu halde dışarıda serbestçe gezen ve nihayetinde gencecik bir hayatı solduran suç makineleri…
Adalet kimlere işliyor?
Çocuğu katil de olsa yurt dışına kaçıranlara mı?
Yoksa bir sokak röportajı nedeniyle hapis yatanlara mı?
Hani adalet? Gören var mı?
Döneminde çok konuşulan “Baklava adaleti” diye meşhur bir olay var.
Hala da kinayeli cümlelerin öznesi olarak kullanılır.
1997 yılında Gaziantep’te 4 çocuk baklava çalmış ve dokuzar yıl ceza almış.
Kulağa tuhaf geliyor ama gerçek.
Baklava adaleti…
Çağa göre mi değişiyor bu kavram?
O zamanla bu zamanın ne farkı var? Suçlar aynı cezalar mı farklı ?
Şimdilerde “sosyal medya adaleti” “baklava adaleti” nin şöhretini elinden aldı.
Ben sosyal medya adaletini daha güçlü bulanlardanım.
Narin kızımızın olayında olduğu gibi…
Sosyal medya bu kadar ilgilenmeseydi bu konuyla, Narin de diğer vakalar gibi dosyası kapananlardan olacaktı.
Şehit edilen Polis Memuru Şeyda Yılmaz olayındaki gibi…
Sosyal medya tepkisini göstermeseydi 26 suçtan sabıkalı cani 27. suçunu işleyip bir hayatı söndürdükten sonra çöp poşeti giydirilip hayvan izleme aracına konulmayacaktı…
Nerden bakarsak bakalım izahı olmayan şeyler.
Bir suçlu hukuk sistemi tarafından cezalandırılmayınca ya da bir masum haksız yere yargılanınca “sosyal medya adaleti” devreye giriyor.
Haklıya hakkını veriyor, suçluya cezasını kesiyor canım sosyal medya.
Ülkedeki adalet algısını nasıl da etkiliyor.
Onun tanıdığı, bunun yeğeni demiyor…
Kişilerin değil hukukun üstünlüğü bizim güvende yaşamamızı sağlayacak.
Bunun için güçlü olan haklı olmaya devam etmesin, haklı olan güçlü olsun dileğim.
Toplumsal barış ve huzurun tek teminat adil bir yaşamdır.
Adalete olan inancımızı öldürmesinler.
Çünkü bir gün adil olmayanlara da adalet lazım olacak…
Araştırmalara göre Türkiye’de her yüz kişiden 5’i kitap okuyor.
Gelişmiş bir ülkede 1 kişi yılda 25 kitap okurken, bizde 6 kişi yılda 1 kitap okuyormuş.
Kitap okuma oranımıza bakılırsa dünya ortalamasında çok çok gerilerde olduğumuz aşikâr.
Maalesef okumuyoruz.
Bazılarımız kitap okuma alışkanlığı kazanamadığından okumuyor.
Bazılarımız kitaplara ulaşamadığından…
Malumunuz kitap fiyatları el yakıyor.
İnsanımız mide meselesini düşünürken entelektüel gelişim için yapılan harcamalar arka planda kalıyor.
Hatta kimsenin aklına bile gelmiyor.
Sokrates: Eğitimin masrafını ve cehaletin masrafını hesaplayın. Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedelini hesaplayın, demiş.
Bu sözden biraz da olsa ders çıkarabilsek keşke…
Ders aldık diyelim, insanların ülkemiz konjonktüründe kitaplara ayrı bir bütçe ayıramayacağı da ortada.
Kütüphaneler var diyeceksiniz.
Kitap alamayanlar kütüphanelere gitsin diyeceksiniz, evet gitsin.
Kütüphanesi olmayan köyleri ve kasabaları unutmayalım!
Şehir yüzü görmemiş insanların ilim için Çin’e gideceklerini hiç sanmıyorum…
Kütüphane demişken, Fakir Baykurt’un yaşanmış bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı kült bir öyküsü vardır “Eşekli Kütüphaneci”
Hikâyenin kahramanı Mustafa Güzelgöz, Ürgüp’teki Tahsin Ağa Kütüphanesinin görevlisi emekliye ayrılınca onun yerine kütüphane memuru olarak çalışmaya başlar.
Kütüphanecilik hakkında hiçbir bilgisi yoktur ancak kitaplarla haşır neşir oldukça mesleğinin inceliklerini öğrenir ve ilgisiz kalmış kütüphaneyi adam etmeye niyetlenir. Ve niyetini uzun uğraşlar sonucunda gerçekleştirir.
Ancak kütüphaneye gelip giden çocuk sayısı azdır.
Köylerin durumu ortadadır.
Köy çocuklarının kütüphaneden faydalanmasına imkân yoktur.
Kütüphaneyi onlara götürmenin bir yolunu düşünürken aklına bir fikir gelir.
Bir marangoza kitap taşımak için sandık yaptırır, birkaç da eşek ödünç alır.
Eşeklere yüklediği sandıkları kitaplarla doldurup köy yollarına düşer.
Ulaştığı köylerde çocukların yanı sıra büyükler de okumaya başlar.
Anadolu’nun ücra bir köyünde adeta okuma seferberliği başlar.
Böylece dillere destan olan “Eşekli Kütüphaneci” olur.
Bu çağda da bize bir “Eşekli Kütüphaneci” şart, ne dersiniz?
Hikâyede geçen etkileyici bir diyalog da şöyle:
“Beyim, bizim yolumuz, çeşmemiz, köprümüz yok; kitaplığı ne yapacağız?”
“Eğer kitaplığınız olursa, yolunuz, çeşmeniz, köprünüz de olur!”
Fakir Baykurt’un da dediği gibi toplumların gelişmesi kitaplarla mümkün.
Kitap okuma alışkanlıklarının, bir ülkenin ekonomik kalkınma seviyesi, eğitim sistemi ve kültürel değerler gibi faktörlerle yakından ilişkili olduğunu bilmeyen yoktur.
Kitapların olmadığı bir toplum zihinsel ve manevi olarak çürür ve oluşan pis kokular zamanla hissedilmez olur çünkü herkes alışmıştır.
Kitap okumayan bir toplum yeniliklere açık olmaz.
Çağın getirdiği değişikliklere adapte olamaz.
Yeni fikirlere açık değildir okumayan toplumlar.
Çünkü kendi fikrinden başka fikirleri asla kabul etmezler, duymak bile istemezler.
Amiyane tabirle at gözlüğü ile bakarlar dünyaya.
Kitaplarla beslenmeyen bir zihniyetten verim almak da beklenemez.
Ne ekersen onu biçersin zira…
Kitap okumanın faydaları ve okumamanın zararları yazmakla bitmez.
Bu sebeple yazımı anlamlı bir hikâye ile bitirmek isterim:
30 Ağustos zaferinden sonra Atatürk’ün cephedeki eşyaları Ankara’ya taşınacaktır.
Atatürk, savaş sırasında okumak için cepheye götürdüğü kitaplar o kadar fazladır ki, Kütüphaneci Nuri Ulusu karton kutular buldurup kütüphaneye getirtir.
Tam içine kitapları doldurmak üzereyken Atatürk kütüphaneye gelir ve ne yaptığını sorar:
“İstediğiniz kitapları karton kutulara aldırdım, deyince,
“Dur, bekle biraz!” der ve içi mermi dolu sandıklardan birini yere boşaltarak Nuri Ulusu’ya uzatır.
Herkes şaşkınlık içinde bakarken, Atatürk şunu söyler:
“Kitapları buna koyun, asıl savaşımız bundan sonra başlıyor.”
Sosyal medyada bir sokak röportajı ile hayatımıza giren meşhur kavram. Röportaj verenin aslında bir akademisyen olduğunu sonradan öğrendik. Duygularımıza tercüman olan Dr. Zeliha Burtek’in hayatımıza soktuğu, bizi gerçeklerle tekrar yüzleştirdiği bu kavram ne demek?
Sosyal Çürüme: Toplum kültürünün değişmesi, toplumsal normların ve toplum değerlerinin yitirilmesidir. Şiddetin artması, adaletsizlik, hoşgörüsüzlük, toplumun ahlaki ve insani olarak çöküşüdür.
Şu an tam da içinde bulunduğumuz durumun en net özeti.
Balıkesir’de üniversite okurken kuryelik yapmak zorunda kalan Ata Emre Akman’ın 6 suçtan sabıkası olan biri tarafından öldürülmesi, İzmir’de iki çocuk babası olan taksi şoförü Oğuz Erge’nin soğukta üşümemesi için aracına aldığı yolcu tarafından silahlı saldırıya uğraması sonucu hayatını kaybetmesi,
Yine hatırlarsınız İstanbul’a 1 aylık eğitim için gelen Mimar Başak Cengiz’in samuray kılıcı ile katledilmesi,
Trafikte yol vermedin kavgaları, yanımdan geçerken yan baktın tartışmaları
ve bunun gibi pek çok olay…
Bu ve buna benzer suç oranlarının artışı toplumda meydana gelen genel bir bozulmanın göstergesidir.
Ekonomideki sorunlar, eğitim sitemindeki istikrarsızlık, en alt kurumdan başlayarak en üste kadar sirayet etmiş liyakatsizlik sosyal çürümeye ivme kazandırmakta.
Bu çürüme bireylerin toplum içinde kendini güvende hissetmemesine, bireysel huzursuzluğa, toplumdan uzaklaşmaya, empatiden yoksunluğa, haksızlığa, yolsuzluğa, duyarsızlığa neden olmakta.
Peki “Çürüme” denen bu kavramın “Yok Olma” boyutuna gelmemesi için ne yapmalıyız?
Çürümeyi durdurmalıyız en başta.
Toplumun temeli olan “aile” ile işe başlamalıyız.
Çevresine duyarlı, empati yeteneğinin geliştiği, sevmeyi ve sevilmeyi bilen bireyler yetiştirmeliyiz.
Ekonomik sorunların, kültürel değişimlerin olumsuz etkilerini en aza indirmeli, kendisiyle ve toplumla barışık, bizim gibi olmayana da tahammül gösterebildiğimiz, hoşgörülü, üretken bir toplum altyapısı oluşturmalıyız.
Sosyal çürümenin etkisinin azaltılması için herkes elini taşın altına koymalı, toplumsal değerlerimizi yeniden hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.