34,0091$% 0.07
37,5617€% 0.21
44,5852£% 0.39
2.744,77%-0,28
4.546,00%-0,09
18.129,00%-0,12
Yağmurun sesini duyunca, haber vermeden, sabahın ilk ışıklarıyla kapıya gelmiş bir dostun sesini duyar gibi bir mutlulukla fırladım yataktan.
Her defasında, pratikliği açısından kullanmam konusunda, çocuklardan fırça yediğim kahve makinesine yine bakmadan, bakırdan yapılma yeni kalaylı bakır cezveye kahveyi koydum. Ocağın en küçük gözüne, en kısık ateşe maruz kalacak şekilde yerleştirdim.
Duygusuzlara rahmet yağması için duamı ederken, çiçeklerimi suladım.
Çiçek derken aklıma geliverdi.
Covid ilk başladığında, hepimizin, marketlerden toplunun toplusu
alış-veriş yaptıracak kadar ayardan çıktığı bir dönemde, iş yerinden dönerken kızım, turuncu logolu marketin indirim sepetine atılmış, toprağı az, küçücük saksıda, kurumak üzere olan bir kaktüs görmüş. “Buna annemin eli değerse kesin canlanır. Hayata bağlanır” deyip, satın almış. İlk halini bilen aile bireyleri olarak, mutfak camının pervazındaki son haline baktıkça, Arizona çöllerine taşıyalım diyoruz. Sonra radyomu açtım!
Gün aydın olsun!
Güzellik dolsun!
Aşk olsun!
Aşk diyorum ama aşk, oldukça afaki -gereksiz- geliyor artık.
Sevmek varya sevmek işte en gerekli duygu o!
Bitkileri, hayvanları, insanları, hatta hayatımızı kolaylaştıran, konforumuzu sağlayan eşyaları bile fazla anlam yüklemeden sevmek!
Ama sevmek hevesimiz kalmadı. Suçlusu kim?
Covid mi?
Deprem mi?
Bizi yöneten beceriksiz iktidar mı?
Güvenip oy verdiğimiz ve her defasında ümitlerimizi yıkan muhalefet mi?
Kim?
Bunlardan çok önceliklisi ve de önemlisi, insanın insana olan hoşgörüsüzlüğü mü sevme hevesimizi azalttı?
Gerçekten doğadaki bitki ve hayvanlara olan sevgi arttıkça, insanlardan uzaklaşılıyormuş.
Paylaşmayı bilmeyen, aşırı kural içeren ve gereksiz bir sürü bilgiyle, hayatı kendine bile zorlaştıran ne çok insan varmış etrafta.
Sevgileriyle, ayrık otuna bile çiçek açtırmış bir neslin evlatları olarak, sıkıcı geliyorlar artık.
Çok sıkıcı!
Kusuru önce kendimizde, sonra başkasında arayanlardan olunca,
sevgide bile sağduyu arar, sevdikçe de severiz.
Gönül koyacak kadar sevmemeği de yazık ki çok sonra öğrendik!
Tam olarak nasıl açıklamıştı Sabahattin Ali hatırlamıyorum ama, bazı insanların yokluğuna üzülmek, yaptıklarına üzülmekten daha kolay gibi bir tanımlama yapmıştı kitabının birinde.
Neşet Ertaş’ın da dediği gibi “Taşa, toprağa gerek kalmadan, insanın gömüldüğü tek yer, yürektir.”
Unutmayalım!
Kapitalizmin oyunlarıyla, tüketim çılgınlığı yaratıldıkça aşkın havası iyice boşaldı.
Birbirlerine sevginin nişanesi olarak aldıkları hediyelerin, taksidi bitmeden ayrılır oldu gençler.
Evlilik öncesi sözleşmeler yapar oldular.
Sanırsınız Mondros Mütarekesi!
“Kendine iyi bak, beni düşünme” cümlesi unutuldu.
Başkasının üzüntüsünü paylaşmadan yaşamak, derdine derman aramasına yardımcı olmamak asaletsizliktir derdi büyüklerimiz.
Sıra dışı olmaya çalışırken de saçmalamaktan, ıskartaya -değer kaybetmek- çıkmış insanoğlu,
haberi bile yok!
Aklıyla, bilgisiyle önde olanlarsa dünyadan uzak, deryaya yakın yaşar oldu.
Rüzgarda ses dağılır ya? İşte öyle bir fırtına var şu aralar memlekette.
Kimse kimseyi duymuyor!
Kuru bir yaprak gibi savrulmuş her şey ve de herkes. Kadınlar, çocuklar, erkekler, yaşlılar.
Cinsiyet ve inanç ayrımcılığı kalkmadıkça da gelişmişlik olmayacak zaten.
İktidar, yıllardır bir günahı kapatmak için başka bir günah işleyip duruyor zaten.
Arayanların bulamadığı, bulanlarınsa kıymetini bilemediği, çabuk tüketilen, har vurup harman savrulan ne çok şey var etrafta!
Geçenlerde katıldığım bir cenaze töreninde namazı kılan ve cemaatin ölen kişinin arkasından okuduğu dualara yön veren hocanın daha beden toprağa verilir-verilmez, güya çaktırmadan, bir köşede, renkli banknotlardan oluşan zekatını alması fazlasıyla dünyevi geldi.
Zaten kimse uhrevi işlerle uğraşmıyor artık.
Eskiden Kuran-ı Kerim’i ve birleşimleriyle, Kuran-ı Kerim’in kendisini oluşturan, yirmişer sayfalık otuz adet cüz kitaplarını satın alırken arkasına “fiyatı” ibaresi değil “hediyesi” ibaresi yazılmış olurdu. En basitinden okumaya başlayacağımız cüzleri almaya gittik mi hediyesi yerine fiyatını sorunca utanırdık. Şimdilerde para uğruna cüz bile yazar oldular.
Hepsi tüccar!
Kendi kafalarına göre yaşadıkları bu uzay çağında hepsi bezirgan!
Neyse, başka bahara Allah kerim!
Umuda eyvallah demeye devam edip ümitleneceyiz işte!
Ülke olarak bozkırlardan geçsekte, tasaları geride bırakıp faraç günler görürüz elbette.
Biraz daha sabır lazım!
Hazreti Yunus, balık onu kıyıya kusana kadar üç gün üç gece kalmış balığın midesinde.
Sabırla, faraç -ferec- gününü beklemiş. Kimi rivayetlere göreyse bu süre yedi veya kırk gündür aslında.
Büyüklerimiz de “İlla fiyya il ferec” derdi. Yani mutlak sonuçtur, üzüntü, sıkıntı sonrası refaha ulaşmak.
Faraç günlere varmak!
Yüreğinizi ateş gibi ısıtan ama yakmayan sevgiler olsun etrafınınızda.
Silindikçe, tükenmez kalemle yeniden çizer gibi sabırlı, şefkatli, faraç günleriniz olsun.
Bizim oralarda özellikle yaşlılarımız, sağ ellerini, avuç içi kalplerinin üzerine gelecek şekilde açıp koyar, sonra da başları öne doğru hafif eğik, selam ederler.
Ben de bu yazımı, sizleri aynı şekilde selamlayarak bitiriyor ve illa fiyya il ferec diyorum!