35,9976$% 0.22
37,2320€% -0.56
44,6905£% -0.07
3.307,64%0,36
5.433,00%0,24
21.665,00%0,23
04 Şubat 2025 Salı
-ZÜHRE AZAZİ KAR YAZIYOR..-
Bu yazı, “Kelebek” başlıklı bir önceki yazımın devamı niteliğinde oldu.
O yazıda kelebeğin ömrü, renkleri ve kanatlarındaki yaşam coşkusundan feyz alarak romantik yaklaşımlarda bulunmaya çalışmıştım.
Oysaki halk arasında “Kelebek Etkisi” dediğimiz, kendisi küçük ama yarattığı dalgayla kitlesel tepkiler yaratan gerçek olaylar var.
Geride bıraktığımız zamanın ucundan azıcık baksak bile kelebek etkisi yaratması gereken, neler çıkıyor neler?
Mesela yaşları beşten başlayıp birer yıl arayla küçülen beş kardeşin evlerinin yanması sonucu hayatlarını kaybetmesi haberinin detaylarından fellik fellik kaçmıştım.
Artık kaçacak delik bulamayınca da yüzleştim.
Baba, küçük bir hırsızlık suçundan tutuklu. Nazarımda hırsızlık, hırsızlıktır. Küçüğü, büyüğü olmaz. Ama ülkede bu kadar büyük hırsızlar varken iki hurda için tutuklanması günahtır.
Anne, babanın yokluğunu doldurmaya çalışıyor.
Koşulları uygun olmazsa da aile olmuş bu iki insana iş veren yok! Madem gelmişler dünyaya bu güzel evlatlara barınma imkanı sağlaması gereken devlet yok!
Anne-babanın koruyamayacağı, bakamayacağı çocuktan fazlası ayrı bir detay konusu.
Büyük cehalettir kısaca.
Bilinçlendirmekse eğitimden geçer.
O da devletin görevi!
Allah, hiç kimseye teselli sözcüklerinin kifayetsiz kalacağı üzüntüler vermesin.
Ben bu konuya değinmek adına bu satırları yazarken, Kartalkaya faciası olmamıştı. Onun yaratması gereken etkiyse, çağlayana dönüşmeliydi!
Yaşanmasını hiç istemeyeceğimiz vedaların olduğu şu hayatta, kavuşmanın mümkün olacağı ayrılıklar ver Ya Rabbim!
Tarım arazisi kazanmak, sıtma hastalığına sebep olan haşerelerin kökünü kurutmak ve taşkınları ortadan kaldırmak amacıyla kurutulan Amik Gölü’nün ve de göçmen kuşların rotasının tam orta yerine kurulmuş olan Hatay Havaalanı henüz açılmamışken
-ki açılmış olması da pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü en ufak bir yağış veya rüzgarda hizmet veremiyor-, Adana’nın Şakir Paşa Havalimanı’na yapardık uçuşlarımızı.
Oldukça işlevsel bir hava alanı olup, aprondan yürüyerek çıkmak ve mis kokulu yemeklerin kokusunu uçağın kapısı açılır-açılmaz farketmek gibi bir cazibesi vardı.
Sene 2003; Türk filmlerinin en güzel kavuşma sahnelerinin gerçekleştiği havaalanı olan Yeşilköy’den,
Şakir Paşa’ya uçmuştuk.
Seyhan Nehri’ne nazır bilinen bir otelde konaklayıp geleneksel bir düğüne katıldıktan sonra Antakya’ya devam etmemiz gerekiyordu.
Kara yoluyla yapacağımız üç saatlik yolculuk için bizi otelden alıp otogara bırakan aracın aşırı sıcaktan kaynaklı kelebek camları ve manuel açılan büyük camlarıyla beraber, “steyşın” diye tabir edilen markasından kaynaklı bagajı da açık bir şekilde seyir yapmıştık.
Ki, bu manzara bizim iklim insanı için çok aşinadır.
Aracın kaset çalarında tabii ki Ferdi Tayfur haykırarak; “Bana sor yalnızlığı, ayrılığı bana sor” diyordu. Antakya terminaline varıp evimize doğru giderken bindiyimiz taksideyse, sanki sınırı aşmış, mahzun şehir Beyrut’a gelmişiz gibi Feyruz çalıyordu. Şarkısında da “O vadinin ayrıldığı yerde üzerimize tatlı bir rüzgar esti” diyordu.
Yazık ki depremle beraber öyle sert bir rüzgar esti ki yarattığı hasar onarılacak gibi değil!
Antakya, saygıya değer bir uygarlıkken, deprem, son perdeyi indirdi.
Demem şu ki; Yeşilköy’e de Şakirpaşa’ya da çöreklendiler.
Kimse sesimizi duymadı!
Bizler, komşusu açken uyumayan, cenazelerde günlerce konuşmayıp televizyonu bile açtırmayan, yere düşen bir lokma ekmeği bir koşuda alıp nimettir deyip üzerine basılmasın diye bir kenara koyan neslin çocukları olarak, yaşanan olumsuzlukları sadece kınayarak geçiştirir olduk.
Kuvvetli olan ortak irademize ne oldu?
Dayatılan hayat koşulları ağırlaştıkça bencillik mi arttı?
Şairin dediği gibi;
“Oysaki alt tarafı bir çiçek koklayıp,
bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip, gidecektik bu dünyadan.
Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz?”
Bu yazı, yoğrulmuş ama geç mayalanmış hamur gibi oldu benim için. O yüzden geç çıktı fırından.
Önce, hangi konuda yazacağıma karar veremedim. Karar verip yazdığım paragrafları okuyunca da birbirlerinden kopuk olduklarını düşündüm. Vermek istediğim duygu da içime sinmedi.
Sonra, parlak kağıtlara basılıp albümlere dizilmiş fotoğraflara bakarken, çekildiği tarih yazılmış olsun ya da olmasın, geçen zamanın muhasebesini akıldan yapamayıp parmaklarım da yetmez olunca, sitem sevgiden doğar diyerek, uçup giden zamanı kınayarak başlamaya karar verdim.
Kıymetlidir zaman.
İyi değerlendirmek gerek.
Hem de pervasızca!
Mesela, kaybolan yılları geri verenin olmayacağını bilip, önceden alınmış dönüşü olmayan kararlara alışmak gerek.
Aşka olan inancı kaybetmemek gerek!
Seher vakti bir güzele vurulun!
Bu güzel, kokladığınız bir çiçek, okşadığınız sevimli bir hayvan olabilir.
Zaman kavramını bilmeyen tek şey olan kalbimizin nerede çarpacağını, nerede duracağını da bilemeyiz mesela.
O yüzden iyi bakın kalbinize!
Hiç birimiz doğduğu günü hatırlamadığı gibi, öleceği günü de bilemez.
İnsanların korktuğu, merak ettiği bir bilinmezliktir ölüm. Adaklarla, ağaçlara bağlanan çaputlarla, türbelere yapılan ziyaret ritüelleriyle bir nevi geciktirme avuntusu bulmuş kendine insanoğlu.
Takdiri ilâhi!
Yunan Mitoloji’sine göre yeraltı tanrısı Hades’e ruhunu kabul ettirmek isteyen ölüler, paragöz, acımasız kayıkçı Kharon’dan yardım isterlermiş. Kharon, ölünün bedenini kayığına bindirir, Asi Nehri’nden geçirirmiş. Hades’in egemenliğine girebilmek için ölünün ağzı altınla doldurulurmuş. Altını olmayanın ruhu, Kharon tarafından götürülmeyip, Asi Nehri kıyılarında yaşamaya mahkum olurmuş.
Tarih boyunca “Kara Ölüm” olarak vurgulanan veba salgınına karşı halkını korumak isteyen Kral Antioch, şehre tepeden bakan Cehennem Kayıkçısı Kharon heykeli yaptırmış. Bu heykel günümüzde
St. Pierre Kilisesi’ne çok yakın bir mesafededir.
Üzerindeki yazının, “Benim servetim, ayaklarımın altındadır” ibaresi olduğu rivayet edilir.
Hazine avcıları vaktinde ümitlenip kazılar yapmış, sözü edilen hazinenin altın veya sikke değil, heykelin duruşunun hakim olduğu Antakya şehri kanaatine varmışlar.
Sahiplenici ve de sahici, eğlenmesini de hüzünlenmesini de iyi bilen, ne yazık ki artık bir ölü olan, vakur Antakya.
Suni teneffüslerle yaşatmaya çalışıyoruz işte!
Ölüm, bizden önce yitip gidenlere, bizler de yitip gidince, kavuşmadır belki de?
Topraktan geldiğimizi unutmadan, toprağa gideceğimizi bilerek yaşamaktır güzel olan.
Ama, çamurlaşmadan!
Güzelliğin, değişimin ve özgürlüğün sembolü olan kelebek gibi, bazen renkli, bazen uçmaktan aciz günlerle geçen bir seneyi daha bitirirken, yepyeni bir yıl kapıya dayandı. Her yıl olduğu gibi yeni yılda da mucize ve felaketler bir arada olacak. Yazık ki gelen her yeni yıl eskisini aratır oldu.
Dünya için güzel günlerin uzaklaşıp gittiği aşikar. Dertler, kartopu olmaktan çıkıp, çığ gibi büyümeğe başladı.
Savaş, globalleşen ekonomik kriz, çevre kirliliği ve doğal afetler, beklenmedik yerden sert esen rüzgar gibi yani birer burgaç oldular.
Akşamları uyumaya çalışırken, güzel bir sabaha uyanmak arzusu hepimizde var. Kelebek gibi hafifletip uçuran tatlı rüyalarımız varsa da, yazık ki kötü rüyaları da hesaba katmak gerek.
Ağırlık veren her şeyden kurtulmak gerek.
Çağın getirdiklerinden mi?
Yaştan mı, yaşananların sabun köpüğü gibi gelip-geçmesinden mi hayra alamet olmayan bir gidişat!
Birbirinin aynısı tekdüze günler daha hızlı geçiyor düşüncesiyle ne kadar farklılaştırırsak farklılaştıralım, bir anda mazi oluveriyorlar.
Nasıl durdurulur?
Günlerin vefasızlığına nasıl alışılır?
Yenilmedikçe, varsın geçen yıllar olsun!
Yeter ki, silinmesin hatıralar!
Ne demişti Özdemir Asaf;
“Her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın bir şiiri yoktur.”
Uyağa, kafiyeye gerek duymadan aruz ölçüsüymüş, vezinmiş, aldırmadan, yazın kendinize bir şiir!
Başkasına gerek duymadan. Geçmişe takılmadan.
Anı yaşayarak.
Hesapsızca!
Hissederek!
Nazım Hikmet ne der?
“Kelebek misalidir aşk! Anlamayana ömrü günlük, anlayana ömürlük.”
Anlayın!
Anlatın!
Münalarınızın yani dilek ve arzularınızın gerçek olduğu bahtiyar bir yıl gelsin!
Uğruna savaş verdiğiniz ne varsa elinize geçsin!
Evet, insanlar değilse de kelebekler özgürdür!
Hepinize, kalbinizin orta yerinde sevdiklerinizle yaşayacağınız bağımsız bir cumhuriyet diliyorum!
Ritmini, kalbin atışından aldığı söylenen ve Afrika Kıtasında doğup dünyaya yayılmış olan Reggae tarzı müziğin öncülerinden Bob Marley’i bilirsiniz. Elinize geçen bir müzik albümünün kapağına veya portresinin olduğu herhangi bir fotoğrafına baktığınızda, üç şerit halinde, yeşil, sarı ve kırmızı renkleri görürsünüz.
Afrika’nın bereketli topraklarını yeşil, değerli madeni olan altını sarı ve kıta için dökülen kanı kırmızıyla ifade etmek isteyen Bob Marley, mücadeleyi seven ruhuyla şöyle der; “Tesadüf, başlangıçtır.
Finali sen oynarsın, perdeyi ise kader kapatır.”
Dilerim, mutlu sonla kapansın tüm perdeleriniz!
Şans ve mutluluk çalsın kapınızı.
Öyle tesadüfen değil, sırayla.
İlkbaharın kutlaması olan Nevroz gibi sonbaharın kutlaması sayılan Mihrican günü bugün. Tabiat, dinlenmenin ardından tüm bereketiyle yeniden doğmaya hazırlanıyor.
Eski takvime göre artık sonbahar sayılan ekim ayının ortası -nıs tişrin- 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na denk gelir.
Çifte bayramdır bize.
Kurbanlar kesilir, keşkekler pişer.
Egemenliğin, kayıtsız şartsız millete ait olduğu yönetim şeklinin değeri vurgulanır.
Kutlu olsun bayramımız!
İyi ki öğretmenlerimiz İnkılap Tarihi dersini didik didik okutmuş bize.
Memleketin dahilinde iktidara sahip olanların gafletini, dalaletini tespitimiz bu kadar kolay olmazdı.
Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine girmiyorum bile. Çünkü bizim zamanımızda seçmeli olup, oldukça hoşgörülü ve birleştiriciydi.
Şimdiki gibi zorunlu, kibirli ve gösteriş meraklısı değil!
Tatlı bir tesadüfle yıllardır yaptığımız bu çifte kutlama için, düşen sarı yapraklara, yağan deli yağmurlara, hırçın esen rüzgarlara Antakya’yı soruyoruz.
Hepsi “Yok!” diyorlar.
Tesadüflere kaldı onunla karşılaşmamız.
Başka şehirleri kendisine benzeterek, anılarını yaşatarak, kokusunu hatırlayarak özlem gidermeye çalışıyoruz.
Bir gün ayrıldığımız yerde karşılaşırsak eğer, yabancı gibi davranıp, görmemezlikten gelme!
Uzun yıllar önce, Mecidiyeköy’deki iş yerimden çıkıp, Taksim’de, kardeşimle buluşmuştum.
Oturduğumuz hoş mekanın bir köşesinde, foto muhabiri Ara Güler’i görünce, masadaki yemeğimi bırakıp koşar adımlarla yanına gitmiş, uzunca sohbet etmiştim.
Yanından ayrılırken, siyah-beyaz fotoğraflarla bilmediğimiz hayatlara, daha dünyaya gelmediğimiz yıllara, mekanlara, götürdüğü için teşekkür ettim.
Hangi konumda olursak olalım, yerimizi ancak ve ancak geçmişi unutmadan sağlamlaştıracağımızı unutmayalım.
İşi tesadüfe bırakmadan.
Hafıza defterine yazılanlar, geçmişi hatırlatan fotoğraflar bu yüzden çok değerli.
Başucu romanlarımızdan Kürk Mantolu Madonna’da, Sabahattin Ali “Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de bir ruhumun bulunduğunu öğrettin!” der.
Evet, karşınıza tesadüfen çıkan ve bazısı dostluğa, bazısı arkadaşlığa dönüşen insanların kalbinizdeki yerini görmelerine izin verin.
Tavla oyununda eksik kalan taşın yerine konan düğme kadar değerli olduğunu hissettirin.
Ya da iskambil oyunundaki joker gibi.
“Önce ben” mottosunu rafa kaldırın!
Mutluluk veren küçük detaylara takılın!
Tesadüfi gelen sevinçlerin kıymetini bilin!
Sevin, sevilin!
Alışmak, sevmekten daha zordur derler. Sevmek, yakın ilgidir.
Bağlılık göstergesidir.
Korkmadan, kaçmadan, mütemadiyen ilgi gösterip, zorlanmadan bazı şeyleri istemek alışkanlıksa, bu da o kadar kolay olmuyor.
Yalandan yüze gülene, “vaktim yok” diyene, planlanmış buluşmaları unutanlara alışılmıyor mesela.
Veya Hz. Ali‘nin sözünden yola çıkarak, ihtiyaç duyduğunda ve de zor zamanda, yanında olmayana da alışılmıyor.
“Şu iki insanı asla unutmayın: İhtiyaç anında yanınızda olanı, zor zamanda yalnız bırakanı” der ya hani?
İşte o söz!
Yıllar yıllar önce severek dinlediğim bir ses sanatçısına, neden sürekli koyu renk gözlük taktığını sormuşlardı. Yaptıklarıyla, şimdilerde ruhunun cennette olduğuna inandığım sanatçı, “Dünyada yaşanan kötü şeyleri görüp, alışmak istemiyorum” demişti.
Bir örnekte şu aralar okuduğum romandan gelsin: Yardımcı kahramanlardan biri sürekli eldiven takıyor. “En dayanıklı süet eldivenler bile, insan hayatını kendi yarattığı pisliklerden koruyamıyor” diyerek yaşadıklarına dem vuruyor.
Peki, siz kendinizi kötüyü görmekten nasıl koruyorsunuz?
Kulağınızın duyduğunu gözünüzden, burnunuza gelen kötü kokuları zihninizden nasıl sakınıyorsunuz?
Duyarlı bir insansanız eğer, ki şu anda bu yazıyı okuyan herkesi öyle görüyorum, elbette herhangi bir duyu organınız kötülüklere karşı muhakkak tepki veriyordur.
Hatırlarsanız, bizim dönemin okul yıllarında Kızılay Kolu vardı.
Bu görevi yürütmek, genellikle anaç ruhlu kız öğrencilere verilirdi. İşte bunun naifliğini yok edip, deprem zamanı çadırları satan Kızılay başkanını affetmeyin!
Tarikatlarda tacize uğrayan çocuklar için “Bir kereden bir şey olmaz” diyen ve adı bakan olan ama bakmayı bilmeyen şahsiyetsiz şahsı affetmeyin!
Her çocuk çiçek gibi narindir. Narin’se, adının etkisi ve fotoğraflarından tanıdığımız kadarıyla daha bir narin görünüyordu. Yaşadığı köyün meskunlarını affetmeyin! Öldürülmesinin araştırılması önerisini mecliste reddenleriyse, asla ve asla affetmeyin!
Evine dönerken bindiği minibüs şoförünün tecavüzüne uğrayıp yakıldıktan sonra “Mini etek giymeseydi” diyenleri de affetmeyin!
Sıla Bebeğin kaderini dile bile getiremiyorum!
Geçen gün, amca yaşta sayılan ama saygıdan, “Hocam” dediğimiz, Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu komşumuz, kahve içmeye yaraşır bir kahvaltı sonrası şunu anlattı: “Okuldan mezun olduktan on yıl sonra, Şişli’de bir sınıf arkadaşıma rastladım. Söyleştik ayaküstü. Civardaki bir okula müdür olarak atanmış. Kurtuluş semtinde de kendisine bir gecekondu almış. Hatta bir tarafını kiraya vermiş. Boynundaki kravatsa Hasanoğlan’dan kalma. Çünkü boynundan çıkarıp sökerse bir daha bağlayamaz” demişti.
Kıssadan hissemiz şu; elli-altmış yıl önce de liyakatsizlik vardı. Şimdiler de sadece ayyuka çıktı. Mevcut yöneticilerden önce “Benim memurum işini bilir” diyenler de vardı bu güzelim ülkede.
Yine de, a-lış-ma-ya-lım!
Kış mevsiminin habercisi, sonbaharın göstergesi olan, tam olarak sararmamış mandalina kabukları ile firik haldeki yer fıstığı kabuklarının aynı tabakta buluştuğu zamanlardayız.
Ömrümüzün geçen baharınıysa
güzel alışkanlıklarla dolduralım.
Unutmayalım ki, kötü alışkanlıklar insanı hasta eder.
İyi alışkanlıklar, büyütür.
Kimyasal bağımlılık yapar.
Aşk gibi!
Sevda gibi!
Bazen huysuzlaştırır ama tatlı huysuz!
Ayrılık buseleri de suçludur bazen.
O buselere de kanıp ayrılıklara alışmayın.
Tekrar kavuşun.
Sevdikleriniz ve de sevenleriniz, usul usul ittirdiğiniz bir kedi gibi gelip yapışsın eteğinize, yüreğinize.
Dost meclisleri, sanat ve edebiyat, şifa olsun hepinize!
Kısmet başlığını verdiğim bu yazıma bir soru ile başlamak istiyorum.
Sizce okuduklarımız mı, hayatın içinde yaşadıklarımız mı, daha öğretici oluyor?
Bu ülkede gözlem yaptıkça, hayatın içinde yaşadıklarımızın daha öğretici olduğuna inanmaya başlayanlardanım.
Çantasında kedi maması veya sokak çocukları için çorap taşıyan, zeytin ağacının kavruk gövdesine sarılan, herhangi bir ağacın gölgesine sahip çıkan çiçek gibi insanları, gözünün yaşına bakmadan kırıyorlar çünkü.
Zaten öylesine bir dönemdeyiz ki, ölümlerin ve dünya var olduğundan beri süre gelen ama adı bilinmeyen amansız hastalıkların etrafımızda kol gezdiği, hatta ve hatta yeni yeni türeyen salgınların duyulduğu bir hayatın tam orta yerindeyiz.
Diğer yandan kendi kendimize yaratmaya çalıştığımız sevinç ve heyecanlarla hayattan bir o kadar kopuk yaşıyor veya yaşamaya çalışıyoruz.
Sizce bunlar çelişki mi?
İyisiyle-kötüsüyle hayat zaten böyle mi yaşanır?
Yoksa bunlar hayatın ta kendisi mi?
Peki, sabrın sonu selamet mi?
Mesela bir çok insan için deprem, geldi ve geçti. Haber duyulunca iki ahhh, bir vahhh çekildi. Oysa binlerce insan on dokuz ay geçmesine rağmen 6 Şubat 2023’e takılıp kalmış durumda.
Ana, baba, yar, çocuk halen enkazda!
Eş, iş, aş yok!
Olsa da tadı yok!
İnsanlar ne yerde ne de gökte. Herkes garip bir seferde gibi.
İçtikleri mey de kullandıkları kadeh de aynı ama hiç bir tat alamıyorlar.
Bazı şeyleri unutup, bir kenara da atamıyorlar.
Güzel Antakya’mızın Türk, Arap ve iddialara göre Fransız mutfağının da dahil olduğu bir harmanlamadan oluşan lezzetleriyle bir kaç şarkı veya türkü, hayattan keyif almaya yetiyordu. Böylesi küçücük heyecanlarla mutlu olanlar depremle beraber öyle bir hale geldi ki “Körburun” romanında yazar Hikmet Hükümenoğlu‘nun yaptığı benzetmedeki gibiler.
Hayal kırıklığı, buz gibi bir sıvıysa eğer, birkaç damlası kanlarına karıştı galiba? Toplardamarlar sayesinde ilerleyip kalbe de yayıldı. Böylece bütün acıları olağan karşılar oldular.
Hepimizin fırtınalı bir denizin içinde olduğu doğrudur. Teknelerimizin de farklı olduğunu biliyoruz. Dümenini istediğimiz yöne kırmak da kendi elimizde. Ama ne mümkün? Kadim şehrimiz bize, ben değil, biz olmayı öğretmiş.
Beceremiyoruz ben olmayı.
Kısmetimiz buymuş deyip baş üstüne almayı.
Çabalıyoruz!
Bakalım?
Kaybetmek, öğrenmenin önemli bir parçasıdır derler. Koskoca bir şehri kaybettik. Yönetenler öğrenecek mi bilmiyorum ama ölüm, sadece başkaları için değildir.
Unutmasınlar ki ölüm, herkes içindir!
Bunları düşünüp sorgularken, sonbaharın ilk demi tenime vurup, kendine özgü kokusu burnuma da gelince, yüreğimi bir sızı aldı yine. Depremin alıp götürdüğü ve çocukluğumuzun geçtiği sokağa konuverdim.
Kimimiz top peşinde koşarken, kimimiz ip atlıyoruz kızlı-erkekli. Annelerimiz, aslında sabahın ilk ışıklarıyla hazırladıkları akşam yemeklerini sunma telaşında. Mangallar yakılmış, yanmayı kolaylaştırdığı için daha esintili olan ve sokağa açılan bahçe kapısının önüne konmuş bile. Aslında bir nevî, çocuklar, sokaktaki oyununuzu bitirin, az sonra sofraya oturacağız mesajıydı da.
Oyunu bitirmek?
İşte o çok zor.
Bisikletle kaçıncı son bir tur?
Topla kaçıncı son bir şut?
İple kaçıncı son bir sekme?
Babam, bağdaş kurup oturduğu sofradan, -ki masa yerine keyif için bizim tercihimizdi, çünkü babamız ayaklarımızı gıdıklıyor, annemiz dik oturmamız adına omzumuzu tatlı tatlı okşuyordu- komşu Yusuf Amca‘ya, içine bir yudumluk arak koyduğu çay bardağını havaya kaldırarak, “Ebu Metin, günün nasıl geçti?” diye sesleniyor.
Yusuf Amca‘da “Çok şükür Ebu Ziya. Ya senin günün?” diyor. Babam da her gün, “Çok şükür kısmetli bir gündü” diye cevaplıyor.
Evet kısmetli!
Kısmet, yaradanın her canlıya uygun gördüğü durum olarak açıklanır. Ama kısmetle kalmamak gerek. Çabalamak gerek.
Çabaladılar!
Hem de çok.
Başardılar da!
Askerlik arkadaşıydılar aynı zamanda. Ebu Metin, hayata gözlerini yumana kadar da dirsek temasları sürdü.
Yepyeni bir yaşa, kısmetime düşenlere binbir şükür ve minnetle başlarken, sokak hayvanlarının ve çocukların kafasını okşamaya devam edeceğime, okuduğum güzel şeylerin ve terbiye kurallarının bazılarının artık birer hurafe olduğuna kendimi inandırmaya çalışacağıma and içerim!
Evet garson!
Bugün, bütün içkiler benden!
Kadehimi, bugüne kadar kısmetimize düşen tüm güzelliklere kaldırıyorum.
Sen de iç!
Sen de!